Wednesday, June 13, 2018

Aladağlar

Aladağlar ile ilgili genel bilgiler
Aladağlar Niğde-Kayseri-Adana illeri arasında bulunan, doğu-Toroslar dağ silsilesine ait zirveler grubundan oluşmaktadır.

Karayalak vadisi

19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupalı jeologlar ve botanikçiler Aladağlar'a gelmeye başlamışlar. 20. yüzyılın ilk yarısında ise Alman ve Avusturyalı dağcılar bu dağ silsilesinin en yüksek zirvelerine çıkmayı başarmışlardır. 1945 yılında ilk defa Türk bir ekip Demirkazık zirvesine çıkmıştır. Bu yıllardan sonra zamanla Aladağlar hem Türk hem de yabancı dağcı ve araştırmacıların artan ilgisine şahit olmuştur. Bugün ise Ankara'ya yakın olması, genel olarak ulaşımının kolay olması, birçok zirvenin bir arada olması ve çeşitli dağcılık faaliyetlerini yapma olanağını mümkün kılması bakımından Türkiye'nin en önemli dağcılık merkezlerinin başında gelmektedir. Bugün bile zengin özelliklere sahip olan bu dağlar keşfedilmeyi bekleyen birçok maceraya sahiptir.
Aşağıda belirttiğim kaynakta bu dağ silsilesi 4 bölgeye ayrılmıştır: (1) Kuzey bölgesi, (2) Yedigöller bölgesi, (3) Güney bölgesi, (4) Torasan bölgesi. Aladağlar'ın en yüksek zirvesi Kızılkaya (3767 m) ve 3. en yüksek zirvesi Emler (3723 m) Yedigöller bölgesi içinde sayılır. 2. en yüksek zirve olan Demirkazık (3756 m) ise Kuzey bölgesi içindedir.
Bizim birinci gün etkinliğimizde hareketimizi başladığımız Sokullupınar yaylası Kuzey bölgesine aitken, Emler'e doğru patikayı takip edip Karayalak vadisine girdiğmizden itibaren Yedigöller bölgesine girmiş olduk. İkinci gün takip ettiğimiz rotada ise hep güney bölgesinde olmamıza karşın, Sakartaş'a geldiğimiz noktada bu böglenin yedigöller bölgesi ile olan sınırına ulaşmıştık.
Aladağlar ile bilgili daha detaylı bilgilere ulaşmak için aşağıdaki kaynaktan faydalanılabilir.

Açılış
Aladağlar Sky Trail yarışı için her sene yarıştan önce organizasyon ile beraber gönüllü olacak arkadaşlar 3, 4 kez Aladağlar'a gidip hazırlık çalışmaları gerçekleştirir. Ben de bu şekilde gönüllü olarak 9-10 Haziran arasında gerçekleştirilen hazırlıklara katıldım. Bu hazırlık etkinliğinde yaklaşık 25 gönüllü vardık. Her iki gün organizasyon ekibi ile beraber 2 veya 3 gruba ayrılıp farklı rotalara yöneldik. Aşağıda bu kapsamda parçası olduğum gönüllü grubu ile yapılan etkinliklerin bir özetini yazıyorum.

Yola çıkış
8 Haziran Cuma günü Saat 23'te gönüllüler olarak 100. Yıl İzci Parkı'ndan hareket ettik. Yolda verdiğimiz 2 moladan sonra sabah saat 4:40 civarı ORDOS dağevine vardık. Hava tam aydınlanmamıştı fakat Demirkazık bütün ihtişamını gösteriyordu.

Sabahın ilk saatlerinde Demirkazık

Saat 5:30'da kahvaltı başlayacaktı. Hemen içeri girip uyku tulumlarımızı açıp uyumayı denedik fakat ben şahsen bu kısa sürede uyuyamadım. Zaten minibüste de doğru düzgün uyudum sayılmazdı. Direnmemeye karar verip kahvaltıya hazırlanmaya başladım. 

Birinci gün
Kahvaltıdan sonra saat 6:30'da hareket edecektik. Ben Sokullupınar'dan başlayıp Emler zirvesini hedefleyen ekipteydim. Bu ekipte Fatmagül (Yıldırım), Gül (Çolak), Cüneyt, Erkan (Vural), Mehmet (Kaşkır), Mert (Türedioğlu) ve Siamak vardı. Yani toplam 7 gönüllü vardık.
Kullandığım tek baton modeli olan Komperdell Highlander AS batonlarımı yanıma almıştım. Uzun koşularda kullandığım 12 litrelik Salomon çantayı kullandım. Bize 3 lt su bulundurmamız gerektiği söylenmişti. Yola çıkmadan önce 1,5 lt de alabiliriz dendi çünkü yol üstünde pınarlar olacaktı. Fakat ben yine de çantama toplam 2,5 lt su aldım. Onun dışında bir paket ceviz içi, çiğ fındık ve kuru üzüm almıştım. Bunlar dışında çantada 1 uzun kollu üst, 1 buff, 1 çift eldiven, kafama boynumu da koruyacak şapka, ve Duygu'dan ödünç aldığım yağmurluk/rüzgarlık vardı. Tabiki telefonu da almıştım. Ayakkabı olarak Salomon X-Mission 3'lerimi giymiştim. Aslında bu ayakkabılar gayet hafif, ve yalıncak gibi toprak araziye uygun, fakat diğer daha sert olan Mammut ayakkabılarım garantiye verdiğimden mecbur bunlar vardı elimde. İleride ayakkabıların performansından bahsedeceğim. Üstüme de uzun pantolon (şort iyi fikir olmayacak dendi) ve bir tişört giymiştim. Güneş kremini Ankara'dan yanıma almış olmama rağmen sabah sürme fırsatım olmadı. Neyseki yüksek irtifaya çıktıkça ve güneş tepemize vurmaya başlayınca Gül'den biraz alıp boynuma sürdüm.
Arabayla Sokullupınar'dan Gelincik Kayaları kamp alanına varıp orada indik ve Emler zirvesi patikasını takip etmeye başladık. Başladığımızda 2130 m yüksekliğindeydik. Başta düz toprak olan zemin zamanla çarşak olmaya başladı. Böylece kapıya doğru yükselmeye başladık. Kapı, bir vadiden diğerine geçiş yapmayı sağlayan dar geçit demek. Uzaktan bakınca çıkmaz gibi görünür, fakat ilerledikçe dar bir geçit olduğu belli olur. Bu noktada sonradan Strava kaydıma bakınca saatimdeki GPS verilerinin de biraz saçmalamış olduğunu gördüm. Tempomuz çok hızlı olmamakla beraber, yürüyüş için yavaş da sayılmazdı. Sabit bir tempoyla ilerlemeye devam ediyorduk.

Kapıya doğru ilerlerken, yükseldikçe bitki örtüsü azalmaya başlıyor

Kapıya vardığımızda Erkan bana iki farklı çarşak yolunu gösterdi: biri küçük taşların olduğu "iniş çarşağı", diğer yolda ise görece daha büyük taşlar vardı. Doğru teknik kullanarak iniş çarşağından çok hızlı ve keyifli bir şekilde inmek mümkün. Bunu o gün ve ertesi gün inişe geçtiğimizde birkaç defa denedim. Büyük olan taşlar ise ayak basıldığında aşağı doğru sürüklenmediklerinden çıkış için çok daha uygun. Kapıda 2600 m yüksekliğine çıkmıştık. Bu noktadan sonra vadide ilerlemeye devam ettik. Yazının kaynak kısmında belirttiğim kitapta bu vadinin adı Karayalak Vadisi olarak geçiyor. Emler'in etkileyici görüntüsü belirmeye başlamıştı. Az daha ilerledikten sonra Kızılkaya da görünmeye başladı. Bu zirve 3770 m ile Aladağlar silsilesinin en yüksek noktası. Ondan sonra 3756 m ile Demirkazık, ve 3723 m ile Emler geliyor. Kızılkaya'ya Karayalak vadisinden bakınca karakteristik basamak gibi görüntüsünden hemen tanıyabilirsiniz. Yol üstünde rüzgar sert esmeye başlamıştı. Ben de üşümemek için rüzgarlığı giydim. Gayet belirgin olan patikayı takip edip Dinlenme Taşı olarak bilinen patika üzerindeki büyük taşa vardık. Oradan devam edip yükseklik olarak yaklaşık 3300 m'lerde olan Çelikbuyduran pınarına vardık. Buradan akacak olan suyu düşünerek su ikmali yapmayı planlıyorduk ama ne yazık ki suyun donduğunu ve akmadığını farkettik. Yol üstünde çok kısa kar üzerinden geçişler yapmak zorunda kaldık fakat zaten kar tahminimizden çok daha azdı. Çelikbuyduran'dan ilerlemeye devam ettik ve bele varmadan önce çantalarımızı bırakıp öyle devam etmeye karar verdik. Bu arada ben yol üstünde hava ısınınca çıkardığım rüzgarlığımı tekrar giydim. Çıkışa devam edip yüksekliği yaklaşık 3400 m olan bele vardık. Karşıya bakınca Yedigöller bölgesi görünüyordu. Hatta göllerden biri de belli oluyordu. Kafamı sola dönünce Emler'e çıkan patika, sağa dönünce Kızılkaya vardı.

Arkamda Emler, karşımda Kızılkaya, ekiptekiler belin üzerinden Emler'e doğru ilerliyorlar

Belin devamında yedigöller bölgesi var. Hatta dikkatle bakarsanız göllerden biri de belli oluyor.

Belden Emler'e doğru çarşak patika koşu için çok müsaitti, böylece zirveye doğru biraz koşmaya karar verdim. Uzun süre yürüdükten sonra nabzımın yükselmesi ve tempomun artması çok iyi gelmişti. Aynı zamanda 3400 m'lerde koşmanın nasıl bir his olduğunu öğrenmek istiyordum. Biraz daha çıkmaya devam ettik, fakat liderimiz Erkan zirveye kadar çıkmamamıza karar verdi. Bunun için şu sebepler sayılabilir: suyumuz azdı ve eğer zirveye çıkıp inseydik 1 saatten fazla bir süre geçecekti ve su ihtiyacımız kritik hale gelecekti. Bir de patika üzerinde karlar vardı. Bunun için alternatif patika bulmamız gerekecekti. Erkan bu riske girmek istemedi. Böylece zirveden 80 m aşağıda, yaklaşık 3590 m'de durduk. Bu kadar yüksekte bulutlar neredeyse kafamızın tam üzerindeydi, devinimlerini gayet net görebiliyorduk. Uzaktaki bulutlarla da aynı yüksekliteydik. Buralarda olmak çok güzel bir duyguydu. Uzaktaki Kaldı zirvesi bütün ihtişamıyla belli oluyordu. Biraz manzarayı izledikten sonra inişe geçtik.

Emler, arkamda Kızılkaya var.

Bele kadar olan iniş de çarşak inişi tekniğini denemek için müsaitti o yüzden keyifli ve hızlı bir iniş yaptık. Bele vardıktan sonra ekiple beraber çok da acele etmeden inmeye başladık. Yol üstünden çantamızı aldık. Bazı yerlerde yine çarşak inişi denedik. Aynı zamanda inerken Aladağlar Sky Trail yarışı için patika üzerinde birkaç baba yaptık. Bu arada etkinliğimiz planladığımızdan erken biteceği için şöförü arayıp erken gelmesini istedik. Yolda yine birkaç oyalanmadan ve moladan sonra Gelincik Kayaları kamp alanına vardık. Hava sıcaktı. Araba bizden az sonra vardı. Binip dağevine doğru yola çıktık. Böylece 6 saat 31 dk süren 17,8 km'lik birinci gün etkinliğimiz bitmiş oldu.
Kullandığım ayakkabı bol çarşaklı bu rota için uygun değildi. İnişlerde sürekli kayma tehlikesiyle karşı karşıya kaldım. Bir iki noktada hafif düştüm. Bu anlarda da batonun önemini kavradım. Batona tutunarak düşmemi önledim birkaç kez. Bazen ise büyük taşların üzerinden elimde baton olmadan daha hızlı zıplayıp geçebileceğimi farkettim. O zamanlarda ise batonları elime alıp hızlandım. Fakat genel olarak baton bu yürüyüş için olmazsa olmazdı.
Bir haftadır, ayağımı burkmamdan kaynaklı ayak bileğimdeki ağrı da etkinliğin sonlarına doğru rahatsız etmeye başlamıştı. Engebeli zeminlerde ayağımı ister istemez düz olmayan yerlere basıyordum. Bu da ağrıyan bileğime yük binmesine sebep oluyordu. Fakat bu asıl sonraki gün ciddi ağrılara sebep olacaktı.
Bir önemli nokta da bunun gibi sürekli ve yaklaşık 2000 m gibi gayet yüksek bir çıkışa sahip olan bir rotada su almayı kesinlikle ihmal etmemek. Dağ hastalıkları ile ilgili gerekli bilgilere sahip olmak gerekir. Az su alarak ve hızlı olan çıkışlar en hafifinden baş ağrısına, veya bazı durumlarda daha da tehlikeli etkilere sebebiyet verebilir.

İkinci gün
İlk gün olduğu gibi bugün (10 Haziran 2018) de sabah 5:30'da kahvaltı yapıp 6:30'da hareket edecektik. Bu sefer benim katıldığım ekipte duayen dağcılar Bora (Maviş) ve Serhan (Poçan) dışında Duygu (Ören), Erkan (Vural), Ersin (Çelik), Kamil (Urgun), Musa (Batır) ve Siamak vardı. Planımız Sarımehmetler yurdundan başlayıp Emli vadisinden devam edip oradan Eznevit yaylasına çıkıp, mümkünse oradan Sakartaş'a doğru gidip geri dönmekti. 
Yanıma dün aldığım şeylerin tamamen aynısını aldım. Fakat bu sefer hava hep rüzgarsız ve sıcak olduğundan yağmurluğa ihtiyaç duymadım. Öğleden sonra saat 13 ile 15 arası fırtına ve yağmur bekleniyordu fakat bizim 5 saatlik etkinliğimiz boyunca hava hep açıktı.

Sarımehmetler yurdu

1770 m yükseklikte bulunan Sarımehmetler yurdundan Emli vadisine doğru harekete başladık. Dün katettiğimiz rotaya karşı burası ormanlıktı. Vadinin içindeki bu ormanlık alan yaklaşık 4,5 km sürdü.

Emli vadisi, tam karşıda Sulağan tepesi belli oluyor.

Biraz daha yürüyüşe devam ettikten sonra Kocadölek kamp alanına varmış olduk. Yüksekliğimiz 2100 m civarındaydı. Buradan güneye baktığımızda Parmakkaya'yı görebilirsiniz, ve adından nereyi kastettiğimi hemen anlarsınız. Bu tepe kaya tırmanışı için çok keyifli olmalı. Ki anladığım kadarıyla üzerinde rota(lar) mevcut, ve hatta Bora ve eşi Elif buraya tırmanmışlar.

Parmakkaya

Arkamızı Parmakkaya'ya dönüp karşıya doğru patikadan çıkmaya başladık. Bu arada Serhan aşağıdan direkt Eznevit yaylaya doğru giden patikayı takip edip bizden ayrıldı. Biz ise yakında bulunan ve uzun sayılabilecek bir çarşak çıkışı olan suyu hedefledik. Bu çıkışta sadece iyi bir kondisyona sahip olmak yeterli değildi, bu tarz zeminlerde nasıl çıkmak gerektiğini de bilmek lazım. O yüzden ilk başlarda küçük taşlara ayağımı basıp 2 adım çıkıp 1,5 adım taşlarla beraber aşağı kayıyordum. Biraz böyle zorlana zorlana çıkmaya çalıştıktan sonra benden önde çıkan Erkan büyük taşların olduğu minik bir patikamsı zigzag yolu takip etmem gerektiğini söyledi. Böyle yapmaya başlayıp biraz daha hızlandım. Bu yolları keçiler hızlıca çıkmak için kullanıyorlardı. Gerçek anlamda dağ keçilerinin yolundaydık yani. Bora tabiki hepimizden önce çok hızlı bir şekilde suya varmıştı bile.

Suyun olduğu yere doğru çarşak çıkışı. İnişi müthiş eğlenceliydi!

Ben de yüksekliği 2500 m olan bu noktaya nihayet vardım. Suyun yere indiği nokta karla kaplıydı. O yüzden sesini duyup indiği yeri göremiyorduk, fakat dağ ile karın arasında oluşan yarıktan girip suya ulaşmak mümkündü. Öyle yapıp buz gibi soğuk müthiş suyun tadına baktım. Birşeyler atıştırdıktan sonra çok oyalanmadan hızlı bir şekilde aşağı indik ve biz de Eznevit yaylaya doğru giden patikaya bağlanıp tekrar batıya doğru yukarı çıkmaya başladık. Bu sefer patika düz ve koşmak için çok müsaitti. Buralarda Bora, Erkan ve ben koşarak devam ettik. Nihayet beklediğim koşu ortamını bulmuştum. Arada durup vadinin karşısındaki dağların fotoğrafını çekiyorduk. Bora bunu kendi projelerine rota çizimi gerçekleştirmek için yaparken ben sadece görüntünün güzelliğini kaydetmek için yapıyordum. Bu patikalarda keçilerin ayak izlerini görmek mümkündü. Ne kadar büyük ayakları olduklarını görmek beni etklemişti. Canlı olarak görme şansım olmadı fakat cüsselerinin çok büyük olduğunu, ve bu yüzden yerel halkın onlara "geyik" dediğini duymuştum.

Eznevit yaylaya doğru çıkan patikadan vadinin görüntüsü

Yükseldikçe eğim azalmaya başladı, buralarda koşmak çok keyifliydi. Bir ara tam önümden gelengi zıplayıp geçti. Gelengi çok şirin görünüşlü, sincaba benzeyen bir hayvan. Buralarda bir çok yerde denk geldik. Yolun devamında Eznevit yaylasına varmış olduk. Burası yemyeşil çok güzel bir alan. Kamp alanı olarak da kullanılıyor. Bora ve Erkan ile hatıra fotoğrafı çekindikten sonra Bora oradan kuzeye, Sakartaş'a doğru yöneldi. Ben de arkasından yetişmeye çalışıyordum. Erkan ise geride kalanları beklemek üzere yaylada kaldı.

Eznevit yayla hatırası


Eznevit yaylada Erkan ve Bora ile beraber

Benim için bu 3 km'lik yine koşu için müsait olan patikada koşmak biraz acı verici oldu ve bunda iki ayağımın da etkisi vardı: sol ayağımdaki bilek ağrısı artmıştı, bir de aşağıya doğru eğimli olan düz bir patikada koştuğumuzdan bileğime yük bindikçe daha çok acıyordu, sağ ayağımda ise bir önceki sert çarşak inişlerinden sonra bileğin tam üzerinde çorabım aşınmadan kaynaklı yırtılmıştı ve ayakkabım direkt bileğimde yara oluşturmaya başlamıştı. Yine aynı eğim ayakkabımı direkt ayağıma dokunmasına ve yaranın ve acının artmasına sebep oluyordu. Yüksek irtifada koşmanın verdiği durum da eklenince arada durup biraz yürümek zorunda kalıyordum. Nihayet uzakta Bora ve Serhan'ın buluştuklarını gördüm. Ben de onlara Sakartaş'ın orada vardım ve beraber tarihi bir manzaraya şahit olduk. Oradan Emler ve Kızılkaya zirveleri görünüyordu. Yani oradan inme durumunda direkt dün gittiğimiz vadiye çıkmış olacaktık. Serhan bana "şanslısın, yüzyıldır hiçbir dağcının gerçekleştirmediği geçişi görüyorsun" dedi. Ben zaten bu ustalarla beraber dağa çıkmanın her anının benim için bir şans olduğunun hep farkındaydım. Bu noktada yüksekliğimiz 2430 m idi.

Sakartaş'tan Emler tarafının görüntüsü

Buradan yine koşarak Eznevit yaylaya doğru yola çıktık. Bu sefer eğim tersten olduğu için iki ayak bileğim de daha rahattı. Yaylada ekibin geri kalanıyla birleşip tepenin güney batı yüzünden, yanı Sarımehmet yurduna doğru paldır küldür inmeye başladık. Burası çarşak, ve daha büyük kayaların oluşturduğu bir inişti, dikkatle ama aynı zamanda öndekilerden kopmamaya çalışarak iniyordum. Burkulmuş ayak bileğimi tekrar burkmuş, acım daha da artmıştı. Biraz daha indikten sonra bir patika bulup onun üzerinden devam ettik. Ayak bileğimin acısına rağmen devam ediyordum. Şaşırarak ve biraz da sevinerek, direkt arabadan indiğimiz noktaya, insanların çadırlarını kurduğu Sarımehmet yurduna indiğimizi gördüm. Gayet sert bir iniş olmuştu: 3 km'de 700 m'den fazla. Oradaki tuvaletin yanında bulunan suyun içilebilir olduğundan emin olduktan sonra yaklaşık 1 lt su içtim. Bizi sabah bırakan araba da orada bizi bekliyordu. Eşaymızı arabaya yükledikten sonra çok da oyalanmadan yola çıktık. İçimde yorgunlukla beraber müthiş bir tatmin duygusu vardı. Etkinlik yaklaşık 5 saat sürmüştü, 20 km yol katetmiştik.
Ayakkabımın bu yollar için yetersiz olduğunu bir kez daha farketmiştim. Ağır olsa bile biraz daha sert ayakkabılar kullanılmalı. Aynı zamanda batonun faydasını da çokça gördüm. Birkaç kez beni düşmekten kurtardı. Aynı zamanda uzun saatler kullanınca ellerimin nasır bağlayacağını söylemişti Bora bana. Nasır bağlayacak kadar uzun bir yola çıkmamıştık biz fakat avuç içlerimde biraz etkisini hissediyordum. Ellerimin alışması gerekecek buna.
Son olarak, Emli vadisinde durduğumuz bir su molasında Serhan'ın söylediği, ve unutulmaması gereken bir cümleyi eklemek istiyorum: "Dağa çıkarken herkesin kendi suyunu alması kendi sorumluluğundadır, fakat ekipte her kişide bulunan su bütün ekibe aittir." Bu bence hayatın her aşamasında dikkate alınmalı. İnsanlar dayanışma içinde olmadan yaşayamazlar. Evrimimizin bir parçası da bu.

Ankara'ya Dönüş
Saat 14'de dağevinden 1 otobüs ve 1 minibüsle yola çıkacaktık. Onun için dağevinin önünden geçen buz gibi suda vücudumu biraz temizledikten sonra sabahtan hazırladığım eşyamı bir araya getirip toparlandım. Araçlar Çamardı'da öğle yemeği için durdu. Oradan sonra ise Ankara'ya doğru yola çıktık. Yolculuk çok keyifli geçti. Saat 20:30 gibi İzci Parkı'na varmıştık.

Kapanış
Ben Aladağlar'ı ilk ODTÜ'de bulunan aşağıdaki anıt ile tanıdım.

Yazımı bitirmeden, 2007 yılında Demirkazık'ta kaza sonucu hayatlarını kaybeden ODTÜ DKSK üyesi dağcılar Utku Kocabıyık ve  Seza Bürkan Yüksel'i anmadan edemeyeceğim. Gerçekleştirdikleri ütopyadan hiç dönmeyecekler.


(Dipnot: Bu haftanın şarkısı Ahmet Aslan ve Kemal Dinç'in yorumundan "Uyur İdik Uyardılar" isimli türkü.)

Kaynak
Ömer B. Tüzel. "Aladağlar". Çev. Tunç Fındık. İstanbul: Homer Kitabevi, 2001. Baskı.

Friday, June 8, 2018

Gece koşusu

4 saat olmuştu koşuya başlayalı. Gecenin en soğuk saatlerindeydik. Ayaklarım yorgun değildi ama midemden dolayı kaç dakikada bir karnımda ağrı hissediyordum. Koşunun yaklaşık 30. km'lerindeydik. Kafa lambam önümü aydınlatıyordu. Arkamızdan 2 yavru köpek bize katılmış geliyordu. Önümüzde Ankara'nın panoramik manzarası, görüntünün az sağındaysa güneş doğmaya başlıyordu. Bütün bunlar bana gerçek olamayacak kadar muhteşem geliyordu. Aşırı endorfinden bambaşka bir coşku halindeydim. Aslında karnım ağrıyor olmasaydı sonsuza kadar böyle koşabilirdim. Bunun için yapmam gereken şeyi ise çok iyi biliyordum. Fakat önemli bir sorun vardı: artık kağıt mendilimiz kalmamıştı.

Haftasonu koşumuz için plan şuydu: 2 Haziran'ı 3 Haziran'a bağlayan gece saat 12'de ODTÜ'nün Büyük Spor Salonu'ndan başlayıp yalıncak ormanına girip Eymir gölünün arazisine girmek. Orada gölün çevresini arazi yollarından turlayıp tekrar geri dönecektik. Planı duyduğumda heyecandan yüzümde beliren gülümsemeyi ve gözlerimdeki parlamayı beni tanıyanlar tahmin edebiliyordur.

Daha önce de benzer bir koşu deneyimim olmuştu. Gece 4:30'da başlayıp sabah 8 gibi bitirmiştik. 1000 metre kazanımla toplam 40 km koşmuştuk. Bazı koşular insanın yaptığı spora hem de genel olarak hayata karşı bakış açısını etkiler. Bu da onlardan biri olmuştu. Bu seferki benim için daha sağlam bir deneyim olacaktı. Hiç uyumadan, koşarak yeni güne başlayacaktık. Nedendir bilmem geceyi uyumadan geçirip yeni güne başlama fikri çocukken bile bana çok cazip gelirdi. Bir gece bunu denemiştim. Çok iyi hatırlıyorum, sabah 6'ya doğru dayanamayıp uykuya dalmıştım. Neyse.

Yanıma lazım olur diye 2 jel, yarım kalıp bitter çikolata ve toplam 1 litre su aldım. Eymir'in Gölbaşı girişindeki çeşmede ikmal yapmayı planlamıştık fakat oraya vardığımızda çeşmenin kapalı olduğunu farkettik. Yapacak birşey yoktu. Neyseki TRT girişinde de çeşme var. Oraya kadar dayanmak hayli mümkündü.

Gece arazide koşmak için yanıma baton almanın iyi fikir olabileceğini sonradan farkettim. Batonla koşmanın genel olarak dağ yarışlarında kullanmak üzere alışkanlığı artırmak için iyi olabileceği dışında 2 önemli faydası daha olurdu: (1) karanlıkta ayağımı ters bir yere koyabilir, veya taşa takılabilirdim, yokuş yukarı koşarken sağladığı fayda dışında dengesiz zeminlerde yokuş aşağı inerken de dengeyi sağlamak için faydalı olurdu, (2) ormanda beklenmedik hayvan dostlarımız var, özellikle köpeklerden kendimizi korumak için baton gerekli. Neyseki bizim ekipte Serhan abi ve benim dışımda diğer herkeste baton vardı, yani köpeklerin saldırma durumunda kendimizi yeterince koruyabilecektik.

Gündüzleri uysal olan köpekler geceleri saldırganlaşıyor. O yüzden normalden çok daha fazla köpek tehdidiyle karşı karşıya kaldık. Gece veya sabah çok erken koşmaya çıkarsanız aklınızda olsun, ne kadar kalabalık olursanız o kadar güvende olursunuz.

Koşunun 1. saatini geriye bıraktıktan sonra yavaş yavaş artacak şekilde karın ağrılarım başladı. Akşam yemeğimi normalden daha erken yememe rağmen oldu bu, ya yediğim yemekten zehirlenmiştim, ya da (daha muhtemeldir ki) sindirim sistemim gece koşmaya alışık olmadığı için dengesini kaybetmişti. Ama hiç dert değildi. Tam olmam gereken insanların yanında, olmam gereken yerdeydim.

Dönüp arkama baktığımda, benimle beraber kafa lambalarıyla koşan insanlar çok güzel bir görüntü oluşturuyordu. Havadan sudan laflıyorduk, şakalaşıyorduk. Gece yarısı ormanda koşuyorduk. Ve bu, kendimiz dışında hiç kimsenin umrunda değildi. Gerçek özgürlük böyle birşey herhalde.

Yanlarından geçtiğimiz kuşlar bizim lambaları farkedip güzel güzel ötüyorlardı. Bu ötmeleri korkudan mı kaynaklanıyordu, yoksa lambalarımızdan çıkan ışığı görüp sabah olduğunu mu düşünüyorlardı bilmiyorum ama umarım çok fazla rahatsız etmemişizdir.

Turan Güneş bulvarını geçip tekrar ODTÜ yerleşkesine girdikten bir süre sonra 3 yavru köpekle karşılaştık. Çok cana yakın, oynamayı da çok istiyorlardı. Biz onlara ilgi gösterdikçe onlar peşimizden gelmeyi sürdürdüler. Böyle devam ederlerse yerlerinden yurtlarından olacaklardı.. Öyle de oldu. Bu 3 yaramazdan 2'si bizimle 6 km kadar koşup kampüse geldiler! Koşuyu saat 4:50 gibi Büyük Spor Salonu'nda bitirdiğimizde yavrular o kadar yorgun düştüler ki hemen birbirlerine sarılıp yattılar. Umarım yeni yaşam alanlarında daha mutlu olurlar.

Gece ile her zaman aşk/nefret ilişkim olmuştur.

Gündüz kalabalık olan sokaklar, yollar geceleyin kimse yokken bana tuhaf, hoş bir his verir. Herkes ya uyuyor, ya da evine çekilmiş uyumadan önce birşeyler yapmakla meşgulken sen onların terkettiği yerlerde kendi varlığını sürdürüyorsun, onlarla olan bu farkın seni sanki başka bir boyuta geçiriyor, sanki bizimkiyle aynı olan paralel bir evrene geçmişsin.

Bazen ise geceleyin insanların uyuması, hayatın birkaç saatliğine durması beni rahatsız eder. Çocukken bu fikir aklımı çok meşgul ederdi. Bütün şehrin geçici bir "ölüm" haline girmesi beni korkuturdu.

Yaşım ilerledikçe, derslere ve sınavlara çalışarak, veya sırf kitap okumak için gece geç saatlere kadar uyanık kalarak o gizemli korkuyu yendim, ama melankolisi hala sürüyor.

İşte bütün bu karmaşık duyguları, en sevdiğim ve yapmaya doyamadığım aktivite olan dağda taşta koşmakla birleştirmek, benim için tarifsiz hisler uyandırıyor: kendini akışa bırakıp başımı kaldırınca yıldırzları izleyebilmek, kafa lambamın aydınlattığı birkaç metre dışında kalan çevremdeki o uçsuz bucaksız esrarengiz alanı hafiften merak etmek, beraber koştuğum ekip (veya bence bir nevi "kabile") ile beraber karşımdaki bilinmeze doğru ilerlemek...

Yola yalnız çıkılmaz, güvendiğin insanlar olmalı etrafında

Koşmak, yok olup gitmeye ve ölüme karşı direnmek adına elimden gelen en anlamlı eylemlerden biridir. Gündoğumuna şahit olmak ise sevinçtir, umuttur. "Bitti nihayet" derim kendi içimden. Doğa uyanacak, çevremdeki kapkara boşluğun yerini ışık alacak.

"Bitti. İşte dündoğumu."

Böyle güzel bir deneyimi yaşamamı sağlayan dostlara (Duygu Ören, Ömür Birler, Bora Maviş, Erkan Vural, Hakan Kocakulak, Serhan Poçan ve Soner Büyükatalay) minnettarım.

(Dipnot: masaüstünden blog'u ziyaret etmeniz durumunda haftanın şarkısı olarak seçtiğim Led Zeppelin grubundan "The Rain Song" şarkısını sağdaki Spotify gadget'inden dinleyebilirsiniz.)

Saturday, June 2, 2018

Tahtalı Run to Sky 2018

Yarışa kaydolma süreci
Tahtalı Run to Sky yarışına Ocak 2018'in ilk günlerinde kaydolmaya karar verdim. Bahar ve yaz aylarında Türkiye'de gerçekleşecek yarışların arasından en çok ilgimi çekenlerden biri bu yarıştı. 60k ile 27k'lık parkurlar arasında biraz kararsız kaldıktan sonra yarışın isim babası da sayılan 27k parkuruna kayıt olmaya karar verdim. İlk defa katıldığım yarışlarda daha az iddialı olan parkurla başlayıp yıllar ilerledikçe yarışın daha zor parkurlarını denemek gibi bir planı uygulamaya çalışıyorum.

"Muhteşem" Tahtalı
Bu parkurun özelliği deniz seviyesinden başlamış olup 2365 m yükseklikteki Tahtalı dağında bitmesidir. Daha ilk kayıt olduğumda böyle "hikayesi" olan bir yarışa katılmak fazlasıyla heyecanlandırıyordu beni. Mental olarak kendimi yarışa hazırlamak için aylarca Tahtalı dağından bir manzarayı bilgisayarımın arka planı yaptım. Fakat yarış tarihi yaklaştıkça heyecanımın yerini tedirginlikler ve kendini hazır hissetmemeler aldı. Bu garip duygu değişikliği için üç sebep sayabilirim: (1) Tahtalı'dan 4 hafta önce İznik'te 50k koşmuştum. Bu yarıştan toparlanıp Tahtalı'ya mental olarak kendimi hazırlamam kolay olmadı, (2) Bu parkur benim için yeni, kısa sayılabilecek bir mesafede çok fazla tırmanış var, ve iklimi de koşmak için pek müsait sayılmaz (yarış günü 30 derecelik bir sıcaklık bekleniyordu). Ayrıca şimdiye kadar hiç 2000 m'lerde yarışmamıştım, (3) Yarışta tırmanışın fazla olması sebebiyle baton kullanılması faydalıdır. Geçen seneye kadar da baton yarışta gerekli malzemeler listesindeydi. Ben ise şimdiye kadar hiç batonla bir yarışa katılmamıştım. Bununla kalmayıp batonla koşu antrenmanım da çok azdı. Kendimi ders çalışmadan sınava girmiş öğrenci gibi hissediyordum. Bütün bunlar el ele verince yarış öncesi günlerim alışık olduğum o heyecan ve hırsla geçmedi. Biraz daha düşünceli bir şekilde "acaba bitirebilecek miyim" gibi sorular geçiyordu kafamdan. Bu mentalite de yarışın ilk yarısındaki performansımı etkiledi. Bundan yazının devamında bahsedeceğim.

Hazırlıklar
Bu yarışa spesifik sayılabilecek bir koşu antrenmanı yapmadım. Yukarıda da belirttiğim gibi İznik'teki yarışla olan yakınlığı sebebiyle, aslında o yarıştan toparlanmam ile bu yarışa odaklanma arasında dengeyi sağlamakta zorluk çektim. Aklım ileride yarış olduğu için hep daha çok antrenman yapmak peşindeydi ama bir taraftan da yorgun hissediyordum. Bir şekilde denge kurmaya çalıştım.
Konaklama için Kervan Pansiyon adlı bir yerle iletişime geçtim. Bir süredir haftasonları beraber antrenman yaptığım ve çok sevdiğim ORDOS'tan arkadaşlarımın konakladığı pansiyona yakın olması burayı seçmemdeki önemli etkenlerden biri oldu. Ulaşım için ise uçakla Antalya'ya gidip oradan dolmuşla Çıralı'ya varmayı planladım.

Yarış müzikleri
Her yarış öncesi yaptığım gibi bu yarış için de bir playlist hazırladım. Olur da bir şekilde yarış esnasında dinleyemesem bile yolculuk esnasında ve genel olarak yarış haftası o şarkıları dinlerim. Yani benim için yarışın "soundtrack"i sayılan bir playlist hazırlıyorum. Bu sefer Rock müzik ağırlıklı bir playlist oldu. 18 Mayıs da çok severek dinleyip takip ettiğim Chris Cornell'in birinci ölüm yıldönümü olduğu için onun Audioslave grubu ile kaydettiği şarkılara ağırlık verdim.

Çıralı'ya yolculuk
18 Mayıs cuma günü 10:35'de Ankara'dan Antalya'ya uçak hareketlendi. Havaalanına giden otobüste Minor Empire grubunun Selanik Türküsü yorumunu tekrar tekrar dinledim. Sabah erken saatlerde hep yaşadığım melankoliyle çok iyi gitti.
Uçmadan önce havaalanında korktuğum şey oldu ve batonların uçağa alınmasının yasak olduğunu öğrendim. Bunu öğrendiğimde çantamı bagaja vermiştim ve zaten batonların sığamayacağı kadar da küçüktü. Bagaja "over-size" olarak vermek için üzücü bir miktar ödeyip naylonla sardırmak zorunda kaldım..
Uçakta dinlemek için bir sürü podcast indirmiştim ama sadece Enormocast isimli programın dağ koşucusu Joe Grant ile yaptığı söyleşiyi dinleyebildim. Genel olarak bahsettiği şeyler o kadar hoşuma gitti ki bir daha dinlemek üzere favorilerime ekledim bölümü.
Antalya'ya varınca Havaş ile Konyaaltı'na, oradan da dolmuş ile Çıralı kavşağına kadar gittik. Çıralı kavşağından ise saatte bir dolmuş merkeze hareket ediyor. Onun için kavşaktaki çay satan yerde yarım saat beklemek zorunda kaldık.
Yolda ilk defa Tahtalı dağını görmek için heyecanlanıyordum. Gördüğüm her yüksek tepeye "herhalde burası" diyordum. Fakat nihayet asıl zirveyi görünce içimi korku sardı. "Buraya nasıl tırmanacağız?" dedim içimden. İçimde hissettiğim, aslında normalde olmaması gereken garip bir yorgunluk hissi de bu korkuya sebep olan etkenlerden biriydi. Doğanın ve orada beni bekleyen insanlarla geçireceğim güzel zamanlara odaklanmaya karar verdim.

Çıralı
Çıralı'ya vardığımda fuar alanını görür görmez indim. Havanın sıcağı rahatsız etmeye başlamıştı. Planım fuar alanından yarış kitimi alıp yürüyerek pansiyonuma gitmekti. Haritadan baktığımda bu mesafeyi gayet kısa hayal etmiştim. Fakat kiti alıp telefonumdaki haritanın yardımıyla pansiyona yürümeye başlayınca, üzerimdeki siyah tişört, uzun kot, taşıdığım çantalar ve havanın sıcağıyla beraber git gide sinirlenmeye başladım.
Pansiyona vardığımda bahçenin huzurlu ve samimi ortamı hemen hoşuma gitti. Büyük bir dut ağacı (meyvelerinden yiyemeden edemedim) ve ortalıkta gezen tavuklar sinirimi yatıştırmaya yetti.

Minik huzurlu pansiyonumun bahçesi

Yukarıda da bahsettiğim gibi yan pansiyonda ORDOS'tan tanıdığım arkadaşlar konaklıyordu. Çok enteresan bir tesadüfle bölümden senelerdir arkadaşım olan Berksu da onlarla beraber tatile gelmişti. Odama yerleşip hemen Berksu ile buluşup yemek yedim. Akşama doğru ise tekrar fuar alanına yürüdüm. Bu sefer üzerimde şort, simsiyah olmayan bir tişört vardı o yüzden zorlanmadım. Takımdan insanlarla buluştum, yarınki yarışla ilgili konuştuk.
Akşam saat 19 civarı bir marketten kuruyemiş, yoğurt, su, bir de küçük kavanoz humus alıp odama geri döndüm. Akşam yemeği olarak bunları yerim diye düşünmüştüm ama sonradan karar değiştirip doğru düzgün karnımı doyurmak için yan pansiyona geçtim. Hem oradaki insanlarla da görüşmüş olurdum. Onlarla zaman geçirmeyi seviyorum, sıcakkanlılıkları enerjileri beni her zaman mutlu ediyor.
Saat 21 civarı ayrılıp odama geri döndüm. İçimde garip bir his vardı. Denize çok yakın, etrafımı dağlar sarmış, böceklerin sesi ve yukarıda yıldızlar belli oluyordu. Karanlıkta odama yürürken bütün bu güzelliklerin beni neden rahatsız ettiğini düşündüm. Sebebinin o anki yalnızlığım olduğunu farkettim. Bütün bu güzellikleri birileriyle paylaşmam lazımdı dedim kendi kendime. Güzel şeyler paylaşıldıkça daha da güzelleşir diye düşünüyorum.
Bu soruna bir açıklama bulmanın verdiği hafif memnuniyetle odama girdim. Uyumadan önce annemler, ablam ve dayımla görüntülü konuşmayı planlıyordum. Öyle de yaptım, çok daha rahatlamış bir şekilde yarın için eşyamı hazırlayıp beklediğimden çok daha rahat ve derin bir uykuya daldım.

Çıralı sahili

Yarış günü
Yarış 19 Mayıs saat 7'de başlayacaktı. Alarmımı saat 5'e kurdum. Ne olur ne olmaz diye ablama beni arayıp uyandırmasını rica etmiştim. Pansiyon sorumlusundan da 5:30'da kahvaltı hazırlamasını rica etmiştim.
Sabah uyanıp koşu kıyafetlerimi giymeden kahvaltıya çıktım. Şafak tam sökmemişti. Hava serin. Onlarca, belki de yüzlerce horozun sesi geliyordu yakınlardan, uzaklardan. Kahvaltının olduğu yere yürümeden odamın önünde bir iki dakika öylece durup bu olağanüstü güzelliğe odaklandım. Hava tam aydınlanmadan önceki o zamanlar oldum olası beni etkilemiştir.
Kahvaltıdan sonra tekrar odama dönüp kıyafetlerimi giydim. Pansiyondan çıkıp fuar alanıyla aynı yerde olan Start'a doğru yürümeye başladım.
Herşey beklediğim gibi yolunda gitti. Yarış başladı. Hava serindi fakat birazdan güneşin tam belirmesiyle beraber sıcaklığın rahatsız edici derecede etkili olacağını biliyordum. Fakat bir süre sonra havanın bulutlu olduğunu farkettim. Halbuki hava durumları gökyüzünün açık olacağını söylemişlerdi. Bu iyi haber sayılırdı.
Yarışın ilk kilometreleri düz bir zemindeydi. Sonrasında Yanartaş'a doğru yokuş başladı. Zirvenin korkunç ihtişamını düşünerek kendimi çok zorlamadım. Bunu aslında benim için yeni olan her parkurda yapıyorum. İyi birşey mi kötü mü bilmiyorum. 9. kilometrede olan ilk istasyona keyfim yerinde vardım. Su ikmaline dikkat ettim. Ayrıca biraz da istasyonda su içtim. Birkaç kaşar peyniri de ağzıma tıktıktan sonra yoluma devam ettim.
Parkurun devamında bir araba yolundan karşıya geçmemiz gerekiyordu. Normalde böyle durumlarda jandarma koşucuların güvenliği için yolda bulunur, karşıya geçecek koşucular varsa arabaları durdurur. Böyle bir uygulamanın burada olmaması beni şaşırttı. Neyse ki biz geçerken yol çok da kalabalık değildi.
Benim için birinci istasyonla ikinci istasyon arası kaybolup kaybolmama arasında gidip gelme süreci oldu. Güzel güzel stabilize yolda giderken birden bire başka bir koşucunun uyarmasıyla ya da kendim farketmemle aslında minik bir patikaya sapmam gerektiğini öğreniyordum. Bu arada parkurdaki tırmanış da iyice artmaya başlamıştı. Zemin de genellikle koşulabilir bir durumda değildi. İkinci istasyona kadar İznik Ultra'nın organizatörlüğünden bildiğim Caner Odabaşoğlu ve iki başka koşucu ile beraber koştum. Bana batonu çok verimli kullanamadığımı söyledi nasıl kullanılması gerektiğini gösterdi. Kendisine müteşekkirim. Yolda öğütlediği şeyleri de uygulamaya çalıştım.
İkinci istasyondan sonra parkur çok daha keyifli olmaya başladı. Baton kullanmayı bir başka sefere bırakmaya karar verip koşmaya başladım. Yokuş vardı ama zemin koşmak için müsaitti. Mesafe olarak da Finish'e yaklaşık 9, 8 kilometre kalmıştı. Biraz daha zorlamanın zamanı gelmişti. Psikolojik olarak bu mesafenin beni yıldıramayacak kadar kısa olduğunu düşünüyordum, ki öyle de oldu. Benden önde olan 2 kişiyi bu son kilometrelerde geçtim. Durmadan tırmanmanın nefes kesiciliği ve bacaklarımdaki ağrı içimdeki bir nevi "acıdan keyif alma" duygusunu körüklemeye başlamıştı. Biraz koşu biraz yürüme şeklinde devam ediyordum. Herşey çok iyi gidiyordu. Korktuğum hiçbirşey başıma gelmeyecekti.
Yolda 5:30'da başlamış olan 60K yarışına katılan tanıdıklar bizim çıktığımız yoldan aşağı iniyorlardı. Aralarında tanıdık yüzler görüp selamlaşmak çok iyi geldi.
4 buçuk saat olan bitirme hedefimi tutturmayı çok istiyordum. Bir taraftan da geçtiğim insanların beni tekrar geçmelerine izin vermek istemiyordum. Yukarıya bakınca zirvenin artık yakın olduğunu görebiliyordum ama hala tırmanmam gereken çok yol var gibi geliyordu.
Öyle olmadı. Bitiş sandığımdan daha yakınımdaydı. Nihayet bitişe vardım. Yüzümde gülümseme ile. Yarışı ikinci bitirmiştim. Bitirme sürem ise resmi olarak 4:27:55. Birinci olan İsviçre vatandaşı Fabrizio Guidi ile selamlaşıp birbirimizi tebrik ettik.

Finish'te mutluyum, yüzüm gülüyor


Birkaç şey atıştırdım. Peş peşe 2 maden suyu içtim, ve benden sonra bitirecek olanları tebrik etmek için bekledim. Benim için o günün keyifli anları daha bitmemişti. Bu yazı temel olarak yarış ve öncesinde yaşadıklarımı özetlediğim bir yazı olduğu için yarış sonrasını başka bir yazıda yazmayı düşünüyorum.

Yarışı bitirdikten sonra zirvede çektiğim bir fotoğraf


Beslenme
Mart 2018'de katıldığım Antalya maratonundan beri aslında koşu dünyasında olmazsa olmaz olarak kabul edilen karbonhidrat bazlı jel tüketimini düşürme stratejimi bu yarışta da sürdürdüm. Anatlya maratonunu 2 jel ile bitirmiştim. Nisan'da 50K parkuruna katılıp yaş kategorisinde 2. olarak bitirdiğim İznik Ultra'da da 2 jel almıştım. Bu sefer de aynı şekilde sadece 2 jel aldım. Fakat şimdi düşününce aslında 1 jel bile tüketebilirdim. Sanırım 2 jel benim için psikolojik bir alt limit haline gelmiş.
İstasyonlarda da çoğu şey karbonhidrat bazlı olduğu için sadece kaşar peynir dilimi tükettim. Bir de son istasyonda iki maden suyu aldım ve iki bardak domates çorbası içtim.

Organizasyon
Bu konuda fazla yorumda bulunacak kadar tecrübeli sayılmam. Fakat bitişte bulunan gönüllülerden birinin, aslında bitiren koşucular için düşünülmüş olan sandalyelere oturup sigara içmesi beni rahatsız etmişti.
Onun dışında herşey çok güzeldi. İstasyonlardaki yiyecekler boldu. Zirvedeki çorba da çok lezzetliydi! Polat Dede'ye ve emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.

Ödül töreni ve dönüş
Pazar günü sabah saat 12'de ödül töreni düzenleneceği söylendi. O gün sabah sandığımdan erken uyandım. Sorun değildi. Serin havanın ve sükunetin keyfini çıkarmak kötü fikir sayılmazdı.
Saat 9 civarı kahvaltımı bitirdikten sonra ödememi yapıp eşyamı toplamak için odama geri döndüm. Hazırlanıp yan pansiyona geçtim. Batonlarımı arabayla Ankara'ya dönecek olan arkadaşıma bıraktım. Biraz zaman geçirip insanlarla lafladıktan sonra fuar alanına, ödül töreninin gerçekleşeceği yere geçtik. Hava düne göre daha çok daha sıcaktı. Güneş yakıyordu. Dün şanslıydık.

Sevdiğim insanlarla kürsüye çıkmanın verdiği keyif bir başka (tokalaştığım tecrübeli dağcı, idol olarak gördüğüm Bora Maviş)

Ödül töreninde kayda değer herhangi birşey yaşanmadı. Herşey beklendiği gibi geçti. Saat 13'de aslında tören tam bitmeden Çıralı kavşağında çıkan dolmuşu kaçırmamak için oradan ayrıldım. Kavşakta biraz bekledikten sonra Antalya'ya giden dolmuşa binip şehir merkezindeki büyük Migros'ta indim. Yemek yedikten sonra yine aynı yerde bulunan Havaş durağına gidip havaalanına gitmek üzere araca bindim.
Herşey pürüzsüz bir şekilde ilerledi. Uçağa bindim. Ankara'ya yaklaştıkça bulutlar arttı, manzara güzelleşti. Enormocast podcast programının bir başka bölümünde dağcı Steve House ile yapılan söyleşiyi dinliyordum.
Böylece stresli çıktığım yolculuğu müthiş bir tatminle bitirmiş oldum.
Ben Ankara'ya varmadan birkaç saat önce seller sular akıyormuş şehirde. Hava serindi. Çok iyi geliyordu bu.

Tahtalı dağında geçirdiğim zamanların en unutulmaz anında durup yerden aldığım taş parçası, Zeus'un armağanı


Aladağlar Sky Trail - Volunteering - August 2024

The trip to Aladaglar mountains in the heart of Turkey, to volunteer in Aladaglar Sky Trail. This race, the people organizing it, these moun...