14 Ekim, pazar günü. Graz Maratonu'na katıldım. Aslında sırf tam yanı başımda böyle bir etkinlik var diye katılmak istedim, "sıfır antrenman" ile. "Koşucu"lar bilir maraton hazırlık planlarını. Yazılır, çizilir. Bu hafta şu kadar koşmam lazım, yarışa (koşu denmez, yarış denir (!)) bilmem kaç hafta kala son 30k'yı koşacağım falan..
Tüm bu işlere girmeden maraton koşmak da oluyormuş, hem de en iyi derecemden sadece 3 dk daha geç bitirerek.
Yazının asıl temasına başlamadan önce, bu sene 25.'si düzenlenen Graz Maraton'undan biraz bahsetsem fena olmayacak.
Dediğim gibi hiç hazırlanmamıştım. Süre olarak hedefim sadece 3:30:00'ın altında bitirmekti. Aslında kayıt bile yaptırmamıştım daha. Cumartesi sabah Leoben'den trenle Graz'a geldim. Dayımla buluşup beraber maraton fuar alanına geldik. Fuar alanı şehir merkezinde, eski bir alışveriş merkezinin tarihi binasında bulunuyordu. Kaydımı yaptırıp dayımların evine geldik.
Ertesi gün maraton koşacakmışım gibi bir his yoktu hiç içimde. Böyle olunca daha rahat oluyormuş herşey. Koşuya özel herhangi birşey yapmadım. Sadece biraz daha erken yatağa girdim.
Sabah hafif birşeyler yedikten sonra koşunun başlayacağı alana, Graz Opera Salonu'nun karşısına geldik. Hava güneşli ve belki de azıcık sıcaktı. Koşmak için güzel bir havaydı diyebilirim. Alan tahmin ettiğimden çok daha kalabalıktı.
Bu etkinlikte aslında 3 ayrı kategori koşuluyor: 10 km, yarı maraton, ve yarı maraton rotasını iki defa dönen maraton. Graz maratonunu eleştirmek için öne sürülen bu aynı rotayı 2 defa koşma olayı başta bana da biraz korkunç gelmişti. Sonra geçen sene Eymir Göl Maratonu'nda eymir'de 4 tur atıp aslında hiç de sıkılmadığımı hatırladım. Graz'da da hiç sıkılmadım. Hatta ikinci turda artık tanıdık gelen yerlerden koştuğum için zaman biraz daha hızlı bile geçti diyebilirim. Bildiğiniz yerlerde koştuğunuzda herhalde siz de daha rahat koşuyorsunuzdur.
Koşu esnasında şöyle bir plan yapmaya karar verdim: koşacağım 42 km'yi 4 ayrı "tur" olarak ayırdım, ve her biri için belli bir ortalama pace'de koşmayı denemeye karar verdim: 1-10 km için 4:45, 11-30 km için 4:37, 30-40 km için 4:27, 41-42 km için ise artık ne kadar gücüm varsa o kadar hızlı koşacaktım. Plan gayet başarılı bir şekilde gerçekleşti. Koşuyu 3:13:11 ile bitirdim.
Beslenme olarak yanıma 4 karbonhidrat jeli aldım, ve üçünü tükettim. Üçüncüye gerek var mıydı bilmiyorum. 42 km asfalt üzerinde koştuğunuzda bazen yemekle kendinizi eğlendirme (ödüllendirme) ihtiyacı duyuyorsunuz. Onun dışında istasyonlarda sürekli su almaya dikkat ettim.
Son olarak bahsetmek istediğim şey, insanların müthiş desteği. Avusturya'da en popüler olan spor kayaktır. Kayak yarışlarında sporcuları alkışlama yöntemi olarak "hop hop hop..." diye seslenilir. Maraton esnasında da insanlar ya elleriyle alkış tutuyorlardı, ya da "hop hop" diye destekliyorlardı. Açıkçası çok sempatik bir alkış yöntemi olduğunu söyleyebilirim. Mahallelerinden geçtiğimiz insanlar evlerinden destekliyorlardı bizi. Bir ev içeriden hoparlörü pencereye yaklaştırıp yüksek sesle "Eye of the Tiger" tipi şarkılar çalıyordu. Bir binanın sakinleri evin önüne masa kurup keyifle zaman geçirip aynı zamanda koşuculara moral veriyorlardı.
Finiş'e yaklaşıp artık son kilometrenin koşulduğu yerler, benim için şehrin en güzel bölgesi olan "Hauptplatz"tan geçiyor. Oradaki ortam gerçekten muazzamdı. Kalabalığın içinde dayımı da gördüm. Nihayetinde bu güzel şirin maratonda Finiş'e ulaşmayı başardığımda her zamanki o zor şeyi başarmanın verdiği mutluluğu yaşıyordum.
Dayıma bütün koşu esnasında verdiği destekten dolayı minnettar olduğumu da söylemek isterim. Sorunsuzca ve aylarca önceden planlama yapmadan böyle keyifli bir maraton koşmamda payı çok büyük.
Günün geri kalanını da ailemle geçirdim.. Sonra akşam trenle Leoben'e döndüm. Yol 45 dk sürüyor. Trenden inip marketten alışverişlerimi de yapıp odama geldim.
Şimdi yazının asıl yazılma sebebine gelelim.
Ertesi gün maraton koşacakmışım gibi bir his yoktu hiç içimde. Böyle olunca daha rahat oluyormuş herşey. Koşuya özel herhangi birşey yapmadım. Sadece biraz daha erken yatağa girdim.
Sabah hafif birşeyler yedikten sonra koşunun başlayacağı alana, Graz Opera Salonu'nun karşısına geldik. Hava güneşli ve belki de azıcık sıcaktı. Koşmak için güzel bir havaydı diyebilirim. Alan tahmin ettiğimden çok daha kalabalıktı.
Bu etkinlikte aslında 3 ayrı kategori koşuluyor: 10 km, yarı maraton, ve yarı maraton rotasını iki defa dönen maraton. Graz maratonunu eleştirmek için öne sürülen bu aynı rotayı 2 defa koşma olayı başta bana da biraz korkunç gelmişti. Sonra geçen sene Eymir Göl Maratonu'nda eymir'de 4 tur atıp aslında hiç de sıkılmadığımı hatırladım. Graz'da da hiç sıkılmadım. Hatta ikinci turda artık tanıdık gelen yerlerden koştuğum için zaman biraz daha hızlı bile geçti diyebilirim. Bildiğiniz yerlerde koştuğunuzda herhalde siz de daha rahat koşuyorsunuzdur.
Koşu esnasında şöyle bir plan yapmaya karar verdim: koşacağım 42 km'yi 4 ayrı "tur" olarak ayırdım, ve her biri için belli bir ortalama pace'de koşmayı denemeye karar verdim: 1-10 km için 4:45, 11-30 km için 4:37, 30-40 km için 4:27, 41-42 km için ise artık ne kadar gücüm varsa o kadar hızlı koşacaktım. Plan gayet başarılı bir şekilde gerçekleşti. Koşuyu 3:13:11 ile bitirdim.
Beslenme olarak yanıma 4 karbonhidrat jeli aldım, ve üçünü tükettim. Üçüncüye gerek var mıydı bilmiyorum. 42 km asfalt üzerinde koştuğunuzda bazen yemekle kendinizi eğlendirme (ödüllendirme) ihtiyacı duyuyorsunuz. Onun dışında istasyonlarda sürekli su almaya dikkat ettim.
Son olarak bahsetmek istediğim şey, insanların müthiş desteği. Avusturya'da en popüler olan spor kayaktır. Kayak yarışlarında sporcuları alkışlama yöntemi olarak "hop hop hop..." diye seslenilir. Maraton esnasında da insanlar ya elleriyle alkış tutuyorlardı, ya da "hop hop" diye destekliyorlardı. Açıkçası çok sempatik bir alkış yöntemi olduğunu söyleyebilirim. Mahallelerinden geçtiğimiz insanlar evlerinden destekliyorlardı bizi. Bir ev içeriden hoparlörü pencereye yaklaştırıp yüksek sesle "Eye of the Tiger" tipi şarkılar çalıyordu. Bir binanın sakinleri evin önüne masa kurup keyifle zaman geçirip aynı zamanda koşuculara moral veriyorlardı.
Finiş'e yaklaşıp artık son kilometrenin koşulduğu yerler, benim için şehrin en güzel bölgesi olan "Hauptplatz"tan geçiyor. Oradaki ortam gerçekten muazzamdı. Kalabalığın içinde dayımı da gördüm. Nihayetinde bu güzel şirin maratonda Finiş'e ulaşmayı başardığımda her zamanki o zor şeyi başarmanın verdiği mutluluğu yaşıyordum.
Dayıma bütün koşu esnasında verdiği destekten dolayı minnettar olduğumu da söylemek isterim. Sorunsuzca ve aylarca önceden planlama yapmadan böyle keyifli bir maraton koşmamda payı çok büyük.
Günün geri kalanını da ailemle geçirdim.. Sonra akşam trenle Leoben'e döndüm. Yol 45 dk sürüyor. Trenden inip marketten alışverişlerimi de yapıp odama geldim.
Şimdi yazının asıl yazılma sebebine gelelim.
O gün, o saate kadar annemden, ablamdan haber almamış olmamdan dolayı bilinçaltım bana neler olabileceğini söylüyordu.. Zaten olacaklar aylardır uzaktan görünen siyah bir bulut gibi kendini belli etmeye başlamıştı. Ve evet, ne yazık ki annemden korktuğum haberi aldım. Son senelerde olmasından korktuğum şey olmuştu, anneannemi kaybetmiştik.
Bu olayı duyduktan sonra yaşadıklarımı anlatmak değil amacım. Burada ilk defa gerçek bir kayıba, acıya katlanmak zorunda kaldığımda doğanın nasıl bir onarıcı özelliği olduğunu anlatmak istiyorum.
Koşmak, koşulamayan yerlerde yürümek, saatlerce bisiklet sürmek, dağlara çıkmak. Böyle zamanlarda hiçbirşeyi düşünmek zorunda kalmıyor insan. Varlığımızın en basit dürtüsü, hayatta kalma dürtüsü dışında başka birşeyin önemi kalmıyor.
O pazar gününden sonraki ilk haftasonunda Leoben'in yaklaşık 10 km yakınında bulunan 1627 m yükseklikteki Mugel tepesine koştum. Yol üzerinde denk geldiğim güzellikleri burada anlatmam pek mümkün değil. Bazen tüylerim diken diken oldu. Beethoven doğada yürüyüş yapmayı severmiş. Böyle kışkırtıcı bir doğa onun gibi bir dahi yeteneğe böyle muazzam eserler yaratmasına nasıl yardımcı olduğunu anlayabiliyorum. Hem yolda, hem de zirveye ulaştığımda yaşadıklarımda aklıma hep anneannem geldi, varlığını çevremde hissettim.
Tekrar iyileşmek için, belki de kabullenmeye çalışmak için yapılabilecek en iyi şey doğaya sığınmakmış. Doğadan geldik, ona aitiz, bizi nasıl iyileştireceğini en iyi o biliyor.
Anneannemin yokluğunu bir nebze de olsa doldurabilecek zamanlar, yüksek dağlarda, yemyeşil ovalarda, kuşların cıvıltısı eşliğinde, karda, yağmurda geçireceğim zamanlar olacaktır.
En son gördüğümde "sana tek bir nasihatim var" demişti, "ne olursa olsun sinirlenme, haklı olduğunu düşündüğün zamanlar bile kendine hakim ol" demişti.
![]() |
Yeğenim Elina'nın kaleminden, anneannemin vefatından 3 hafta sonra çizdiği portresi |
(Bu haftanın müziği, Barış Manço'dan "Dağlar Dağlar". Anneannem çok severdi. Ben çocukken mutfakta kaset çalardan dinlerdi.)
Atacım, yazdıkların ve yaptıkların için çok teşekkür ederin. Anneannene üzüldüm ama işte yaşamını yitirmek de bizim doğamızın parçası. Gittiği yerde Huzurlu olsun. Selamlar
ReplyDelete