Sunday, November 11, 2018

Eisenerz Alpleri, Gößeck Zirvesi

Giriş
Bu günler havalar mevsim normallerine göre daha sıcak. O yüzden bu haftasonunu iyi değerlendirmek istedim. Böylece, daha önceden dağlara merakı olan bir iş arkadaşımla yakınımızda bulunan dağları konuştuğumuzda adı geçen zirvelerden biri olan Gößeck'e gitmeye karar verdim.
"Bergfex" ve "alpenverein" uygulamalarından bu dağa nasıl, hangi rotadan gidebileceğimi araştırmıştım. Bu uygulamalar insanların Alplerdeki yürüyüş, tırmanış, koşu ve dağ bisikleti rotalarını paylaştığı çok kullanışlı uygulamalar.
Böylece haftasonu (Cumartesi günü) yola çıkmaya karar verdim. Bundan sonra yanıma neler alacağımı, nereden nasıl gideceğimi planlamaya başladım. Yukarıda bahsettiğim arkadaşımla konuşup birkaç tüyo aldım. Yarışa katılacakmışım gibi içimde bir heyecan vardı.
Bu yazıda genel olarak yaptıklarıma dair anlatmak istediğim şeyler yer alıyor. Ama öncelikle dağın bulunduğu coğrafi konum ile ilgili kısaca bilgi vermek iyi fikir olabilir.

Eisenerz Alpleri
Benim yaşadığım şehir, Leoben, Ennstal Alperi'nin hemen yanında (güneyinde) bulunuyor. Ennstal Alperi ise Doğu Alpleri olarak adlandırılan bölgenin bir parçasıdır.  Ennstal Alplerinin güneyinde ise Eisenerz Alpleri (Almancası "Eisenerzer Alpen") bulunuyor.
Eisenerz Alplerinin en yüksek zirvesi Gößeck (2214 m). Okuduğum bazı kaynaklara göre ise bu dağ silsilesinin en çok bilinen zirvesi Eisenerzer Reichenstein (2165 m). Aşağıdaki resimde Leoben dahil Eisenerz Alpleri ve iki yüksek zirvesi görülüyor.

Sağ aşağıda görünen Leoben, ve Eisenerz Alpleri
Bundan 2 hafta önce Leoben'in yakınlarında çıktığım bir koşuda, Schafberg'den çektiğim bu fotoğrafta Eisenerz Alplerinin iki yüksek zirvesi (Gößeck ve Eisenerzer Reichenstein) belli oluyor.

Schafberg'den Eisenerz Alpleri manzarası

Çıkış Rotası
Dağın en sık kullanılan rotası Schardorf isimli köyden başlıyor. Köyden dağa doğru ilerleyince yürüyüşçüler, dağcılar için bir otopark var (ücreti ise 1 Euro). Bu noktanın yüksekliği yaklaşık olarak 900 m. Zirveye olan uzaklık ise yaklaşık 6 km.
Schardorf'tan başlayarak zirveye çıkan rota aşağıdaki resimde belli oluyor. Yol 693 No.'lu yürüyüş yolu ("Wanderweg Nr. 693") olarak numaralandırılmış. Aslında başka çıkış rotaları da mevcut ama en sık kullanılan çıkış rotası bu 693 No.'lu yürüyüş yolu.

Rotanın haritadaki görüntüsü
Rotanın eğim grafiği

Hazırlıklar, yanıma aldığım malzemeler
Edindiğim bilgilere göre Cumartesi sabah hava parçalı bulutlu, aşağılarda hava 6, 7 derece civarı olacaktı. Zirvede havanın gün boyu yaklaşık 3, 4 derece olacağı yazıyordu. Hissedilen hava durumu ise yaklaşık -1 derece olacaktı. Buna göre, biraz da ilk defa gideceğim için ve tam olarak neyle karşılaşacağımı bilemediğim için biraz daha ihtiyatlı davranıp ihtiyacımdan fazla malzeme aldım. Sabah giyidiğim şeyler dışında (yürüyüş pantolonu, tişört, uzun kollu üst, yağmurluk, eldiven, ve Buff) ekstra olarak aşağıdakileri yanıma aldım:
  • Çikolata, karbonhidrat jeli, ve yarım avuç badem
  • Yaklaşık 1 litre su
  • Uzun kollu üst iç katman
  • Kısa kollu üst iç katman
  • Koşu pantolonu
  • 2 Buff
  • Bere
  • Batonlar
Aldıklarımın içinde uzun kollu üst iç katmanı ve pantolonu hiç kullanmadım. Ama diğerlerini (özellikleri Buff'ları ve bereyi) iyi ki yanıma almışım! Ayrıca yanıma su almam gerektiğini, yol üzerinde su ikmali yapma olanağının olmadığını biliyordum. O yüzden yeterli olacağını düşündüğüm kadar su aldım.

Ulaşım
Ankara'dayken, buraya taşındığımda yapacağım şeylerden biri olarak bisikletle dağlara doğru sürüp, sonra bisikleti bir yere bırakıp batonlarımla devam etmeyi hayal ederdim. Bunu yapabileceğim rotaları araştırırdım. Böylece bu dağa da ulaşımın nasıl olacağı sorusunun cevabı zaten en baştan belliydi.
Dağın eteğinde bulunan Schardorf Leoben'den yaklaşık 16 km uzaklıkta. Bu yol esnasında yaklaşık 450 m de irtifa kazanacağım için sürüş mesafesini 1 saatten biraz daha fazla olarak hesapladım. Dönüşte ise kısa bir yokuş dışında hep ineceğim için yolu 40 dk'da katedebilirdim.
Sabah saat 8 gibi Schardorf'ta olmayı planlamıştım. Saat 6'da uyanıp 7 gibi yola çıktım. Yolda karşılaşacağım soğuk havadan dolayı kalın eldivenlerimi giymiştim. Schardorf'a yaklaştıkça yokuşların eğimi arttı, yavaşladım, terlemeye başladım ve giyindiğim şeyler birden bire aşırı kalın gelmeye başladı. Eldivenlerimi çıkardım. 
Sisten dolayı pedal çevirdiğim istikamette herhangi bir dağ olduğuna beni aslında kimse inandıramazdı! Gerçekten etrafta sadece normal tepeler görülüyordu. Ama haritaya göre doğru yoldaydım, ve bisikleti park edip patikaya girseydim karşımda koskocaman bir dağ olmalıydı.. Benim göremediğim bir dağ. Görünmeyen bir dağa çıkmanın aslında korkunç bir duygu olduğunu söylemeliyim. Ama bu da zaten yola ayak basmamın sebeplerinden biriydi. Bilinmeze doğru çıkmak.
Saat 8:04'ta Schardorf'a vardım. Yukarıda da yazdığım gibi patikanın başladığı noktada bir park yeri var. Oraya bisikletimi kilitledim, üstümdekileri değiştirdim, yeni bir Buff kafama geçirdim ve yola başladım. 



Çıkış, zirve, iniş
Başlarda yol genişti ve koşmaya müsaitti. Ben de temkinli ve nabzımı çok artırmayacak şekilde koşuyordum. Sonra yol beni tek kişilik patikaya soktu. Buralarda zemin nemliydi ve ağaç kökleri kaygandı. O yüzden pür dikkat devam etmek gerekiyordu.  Biraz daha çıktıktan sonra ağaç kökleri azaldı, yerini ıslak taşlar aldı. Bunlar ise kayganlık bakımından ağaç köklerinden daha tehlikeliydi.
Sisten dolayı etrafı göremiyordum. Ama biraz yükselince, ve sis azalınca karşımda koskoca duvarlar belirdi.. Özellikle koşarken dikkatiniz ayağınızın altında oluyor, bu yüzden beklemediğiniz anda başınızı kaldırıp karşınızda aslında bir dağın olduğunu görmeniz inanılmaz iç ürpertici olabilir (pozitif anlamda). Aşağıdaki duvarları ben daha yeni farkediyordum!

Sis azalıyor, ve boşluk olduğunu sandığınız yerlerde duvarlar olduğunu görüyorsunuz!
Arkadaşım tarafından rota üzerinde Alplere özel "Steinbock" isimli dağ keçilerini görmemin muhtemel olduğunu, etrafıma dikkatlice bakmam gerektiğini öğütlenmiştim. Tam bu sisin azaldığı yerlerde iki yavru keçinin derenin karşı tarafında hoplayıp zıplayarak koştuğunu gördüm. 
Hala yokuşların daha normal olduğu yerlerde koşmaya devam ediyordum. Fakat çıkışın  ortalarında aslında az su aldığımı farkettim. Hava şartlarının değişmesi, fazla su kaybetmem gibi etkenler biraz paniklememe sebep oldu ve daha az terlemek için yavaşlamam gerektiğini farkettim. 
Sis azaldı ve karşıma çarşaklar çıkmaya başladı. Aladağlar'dan beri görmediğim çarşaklarla karşılaşmak güzel bir duyguydu. Ama neyse ki çıkış rotası insanları çarşaktan çıkartmıyor.
Rota gayet güzel işaretlenmiş. Yolun üzerinde taşlarda ve bazen ağaçlarda Avusturya bayrağı gibi yukarıdan aşağıya kırmızı-beyaz-kırmızı olarak boyanmış yatay çizgiler görebilirsiniz. Patikanın belirsizleştiği yerlerde bu işaretler gerçekten işe yaradı.

Kırmızı-beyaz-kırmızı yürüyüş yolları işaretleri. Dağdaki bütün yollar böyle işaretleniyor

Ağaç sınırına yaklaştıkça çarşaklar belirmeye başlıyor
Ağaç sınırı yaklaşık 1700 m'den başlıyordu. Zemin de, hava şartları da, manzara da bu noktalardan itibaren değişmeye başladı. Zemin daha sert ve daha kuru, hava daha sıcak, manzara ise muhteşem olmuştu.


Hava ısınınca daha çok terlemeye başladım. Bir noktada durup üstümdekileri değiştirdim. İki katman yerine tek katmana ve kısa kolluya geçtim. Üçüncü kuru Buff'ımı kafama geçirdim ve yola edvam ettim. Koşarken 5, 6 km bu kazar uzun gelmiyordu! Yükseldikçe rüzgar da yavaş yavaş artıyordu ama kötü birşey değildi bu, iyi geliyordu.
Güzel bir ritim yakalamış yoluma devam ediyordum. Arada arkama dönüp manzarayı seyredip şaşırıp gülümsüyordum. Daha çok ise önümde daha çıkmam gereken yüzlerce metreye bakıyordum. Çok çok nadir duyulan bazı kuş kanat çırpması sesleri dışında mutlak doğa sessizliği inanılmaz huzur vericiydi. Platoya yaklaştıkça eğim azalmaya başladı. Zirve hafif sağımda kalıyordu. Herşey yolundaydı. Platonun ortasına gelince yine karşımda yaklaşık 10'luk bir keçi sürüsü belirdi, ama ne yazık ki çok uzaktalardı ve resimlerini çekemedim. Onlar kendi yollarına devam ettiler ben ise sağa dönüp zirveden önceki son yokuşa girdim.
Alplerde belli bir yükseklikte olan zirvelerde  haç bulunur. Bu geleneğin farklı sebepleri varmış. Eski derebeylerin güç gösterisi olarak bunu yaptırdıkları söylenir. Şimdi ise zirvede gerçekleştirilen toplu dualar için haç dikildiği söyleniyor. Sebebi ne olursa olsun, böyle bir gelenek var. Bu zirvede bulunan haç da uzaktan belli olmaya başlamıştı. Neden bilmiyorum, uzaktan görünen o haç içimde bir ürpertiye, garip bir duyga sebep oldu. 

Gößeck zirvesinden Eisenerzer Reichenstein zirvesi görülüyor
Zirveye ulaştığımda iki dağcının daha orada olduğunu gördüm. Merhabalaştık. Çantamı yere bıraktım ve uzun süredir hayalini kurduğun çikolatayı ağzıma tıktım! Manzara nefes kesiciydi. Dondurucu sayılacak kadar soğuk ve sert bir rüzgar esiyordu. Yine üstüme kalın yağmurluğumu, ve Buff'ımın üzerinden de bir bere giydim. Ne yazık ki zirve defteri yerinde değildi. Yerinde olsaydı bu çıkışı kime ithaf edeceğimi belki tahmin edebilirsiniz.
Biraz soluklandım. Çevremdeki manzarayı izledim, birkaç fotoğraf çekip inmeye hazırlandım. İnişte tabiki daha hızlıydım (koşuyordum), daha düşük nabızla, artık su azlığı korkusu çekmeden keyifle iniyordum. Platoyu geçip taşlı patikaya girince aslında biraz yavaşlamam gerektiğini hatırladım: "Önemli olan zirveye ulaşmak değil, sağlıklı bir şekilde zirveden geri dönebilmektir!"


İniş çarşağı olan her yerde çarşaklarını kullandım. İnişim hızlı olduğu için zeminin nasıl değiştiğini daha iyi farkedebildim: En aşağılarda güz yapraklarıyla kuru taşlar vardı. Aralarda, yani ağaç sınırından önce havanın nemli olmasından dolayı ıslak ve kaygan taşlar, ağaç sınırının ötesinde ise bol çarşaklı kuru taşlı zeminler vardı. Platodan zirveye kadar ise tek kişilik topraklı patika vardı. 
Son olarak çıkışta ve inişte karşılaştığım insanlardan bahsetmek istiyorum. Çıkışımda toplam 3, inerken ise yaklaşık 12 kişiyle karşılaştım. Türkiye'de olduğu gibi burada da dağcılar çok sıcak kanlı. Bunu doğaya çıktığım her seferinde görüyorum. İnsanlar hep gülümseyip karşındakini arkadaşça selamlıyor. Bahsetmek istediğim bir diğer konu da genel olarak spor kültürünün yaygınlığı. Saatin erken olmasına, ve havanın da tam evde kalmalık olmasına rağmen bu kadar insanı bu dağda görmek, halkın spora ne kadar meraklı olduğunun bir göstergesi. Aslında bunu şehirde de görmek mümkün. Çevremdeki insanların çok büyük kısmı yürüyüş, kayak, bisiklet veya tırmanış gibi spor dallarının en az birine ilgi duyuyor. Yaşadığım şehrin küçüklüğüne karşın dışarıda bir çok koşan insana denk geliyorum. 
Buranın dağları bol, işaretlenmiş ve bakımlı patikaları var, herşey spor için müsait, ama taşından toprağından Aladağlar'da olduğu gibi Türkü fışkırmıyor..

Aşağıda çıkışımın "Relive" uygulaması yardımıyla üretilen animasyonunu izleyebilirsiniz:


(Bu haftanın şarkısı Büyük Ev Ablukada grubundan "GÜNEŞ YERİNDE". Bütün şarkı güzel ama özellikle 7:50'den sonra başlayan enstrümantal bölümü ayrı seviyorum.)

Sunday, November 4, 2018

Doğa'ya sığınmak

14 Ekim, pazar günü. Graz Maratonu'na katıldım. Aslında sırf tam yanı başımda böyle bir etkinlik var diye katılmak istedim, "sıfır antrenman" ile. "Koşucu"lar bilir maraton hazırlık planlarını. Yazılır, çizilir. Bu hafta şu kadar koşmam lazım, yarışa (koşu denmez, yarış denir (!)) bilmem kaç hafta kala son 30k'yı koşacağım falan..

Tüm bu işlere girmeden maraton koşmak da oluyormuş, hem de en iyi derecemden sadece 3 dk daha geç bitirerek.

Yazının asıl temasına başlamadan önce, bu sene  25.'si düzenlenen Graz Maraton'undan biraz bahsetsem fena olmayacak.

Dediğim gibi hiç hazırlanmamıştım. Süre olarak hedefim sadece 3:30:00'ın altında bitirmekti. Aslında kayıt bile yaptırmamıştım daha. Cumartesi sabah Leoben'den trenle Graz'a geldim. Dayımla buluşup beraber maraton fuar alanına geldik. Fuar alanı şehir merkezinde, eski bir alışveriş merkezinin tarihi binasında bulunuyordu. Kaydımı yaptırıp dayımların evine geldik.

Ertesi gün maraton koşacakmışım gibi bir his yoktu hiç içimde. Böyle olunca daha rahat oluyormuş herşey. Koşuya özel herhangi birşey yapmadım. Sadece biraz daha erken yatağa girdim.

Sabah hafif birşeyler yedikten sonra koşunun başlayacağı alana, Graz Opera Salonu'nun karşısına geldik. Hava güneşli ve belki de azıcık sıcaktı. Koşmak için güzel bir havaydı diyebilirim. Alan tahmin ettiğimden çok daha kalabalıktı.

Bu etkinlikte aslında 3 ayrı kategori koşuluyor: 10 km, yarı maraton, ve yarı maraton rotasını iki defa dönen maraton. Graz maratonunu eleştirmek için öne sürülen bu aynı rotayı 2 defa koşma olayı başta bana da biraz korkunç gelmişti. Sonra geçen sene Eymir Göl Maratonu'nda eymir'de 4 tur atıp aslında hiç de sıkılmadığımı hatırladım. Graz'da da hiç sıkılmadım. Hatta ikinci turda artık tanıdık gelen yerlerden koştuğum için zaman biraz daha hızlı bile geçti diyebilirim. Bildiğiniz yerlerde koştuğunuzda herhalde siz de daha rahat koşuyorsunuzdur.

Koşu esnasında şöyle bir plan yapmaya karar verdim: koşacağım 42 km'yi 4 ayrı "tur" olarak ayırdım, ve her biri için belli bir ortalama pace'de koşmayı denemeye karar verdim: 1-10 km için 4:45, 11-30 km için 4:37, 30-40 km için 4:27, 41-42 km için ise artık ne kadar gücüm varsa o kadar hızlı koşacaktım. Plan gayet başarılı bir şekilde gerçekleşti. Koşuyu 3:13:11 ile bitirdim.

Beslenme olarak yanıma 4 karbonhidrat jeli aldım, ve üçünü tükettim. Üçüncüye gerek var mıydı bilmiyorum. 42 km asfalt üzerinde koştuğunuzda bazen yemekle kendinizi eğlendirme (ödüllendirme) ihtiyacı duyuyorsunuz. Onun dışında istasyonlarda sürekli su almaya dikkat ettim.

Son olarak bahsetmek istediğim şey, insanların müthiş desteği. Avusturya'da en popüler olan spor kayaktır. Kayak yarışlarında sporcuları alkışlama yöntemi olarak "hop hop hop..." diye seslenilir. Maraton esnasında da insanlar ya elleriyle alkış tutuyorlardı, ya da "hop hop" diye destekliyorlardı. Açıkçası çok sempatik bir alkış yöntemi olduğunu söyleyebilirim. Mahallelerinden geçtiğimiz insanlar evlerinden destekliyorlardı bizi. Bir ev içeriden hoparlörü pencereye yaklaştırıp yüksek sesle "Eye of the Tiger" tipi şarkılar çalıyordu. Bir binanın sakinleri evin önüne masa kurup keyifle zaman geçirip aynı zamanda koşuculara moral veriyorlardı.

Finiş'e yaklaşıp artık son kilometrenin koşulduğu yerler, benim için şehrin en güzel bölgesi olan "Hauptplatz"tan geçiyor. Oradaki ortam gerçekten muazzamdı. Kalabalığın içinde dayımı da gördüm. Nihayetinde bu güzel şirin maratonda Finiş'e ulaşmayı başardığımda her zamanki o zor şeyi başarmanın verdiği mutluluğu yaşıyordum.

Dayıma bütün koşu esnasında verdiği destekten dolayı minnettar olduğumu da söylemek isterim. Sorunsuzca ve aylarca önceden planlama yapmadan böyle keyifli bir maraton koşmamda payı çok büyük.

Günün geri kalanını da ailemle geçirdim.. Sonra akşam trenle Leoben'e döndüm. Yol 45 dk sürüyor. Trenden inip marketten alışverişlerimi de yapıp odama geldim.

Şimdi yazının asıl yazılma sebebine gelelim.

O gün, o saate kadar annemden, ablamdan haber almamış olmamdan dolayı bilinçaltım bana neler olabileceğini söylüyordu.. Zaten olacaklar aylardır uzaktan görünen siyah bir bulut gibi kendini belli etmeye başlamıştı. Ve evet, ne yazık ki annemden korktuğum haberi aldım. Son senelerde olmasından korktuğum şey olmuştu, anneannemi kaybetmiştik.



Bu olayı duyduktan sonra yaşadıklarımı anlatmak değil amacım. Burada ilk defa gerçek bir kayıba, acıya katlanmak zorunda kaldığımda doğanın nasıl bir onarıcı özelliği olduğunu anlatmak istiyorum.

Koşmak, koşulamayan yerlerde yürümek, saatlerce bisiklet sürmek, dağlara çıkmak. Böyle zamanlarda hiçbirşeyi düşünmek zorunda kalmıyor insan. Varlığımızın en basit dürtüsü, hayatta kalma dürtüsü dışında başka birşeyin önemi kalmıyor.

O pazar gününden sonraki ilk haftasonunda Leoben'in yaklaşık 10 km yakınında bulunan 1627 m yükseklikteki Mugel tepesine koştum. Yol üzerinde denk geldiğim güzellikleri burada anlatmam pek mümkün değil. Bazen tüylerim diken diken oldu. Beethoven doğada yürüyüş yapmayı severmiş. Böyle kışkırtıcı bir doğa onun gibi bir dahi yeteneğe böyle muazzam eserler yaratmasına nasıl yardımcı olduğunu anlayabiliyorum. Hem yolda, hem de zirveye ulaştığımda yaşadıklarımda aklıma hep anneannem geldi, varlığını çevremde hissettim.



Tekrar iyileşmek için, belki de kabullenmeye çalışmak için yapılabilecek en iyi şey doğaya sığınmakmış. Doğadan geldik, ona aitiz, bizi nasıl iyileştireceğini en iyi o biliyor.




Anneannemin yokluğunu bir nebze de olsa doldurabilecek zamanlar, yüksek dağlarda, yemyeşil ovalarda, kuşların cıvıltısı eşliğinde, karda, yağmurda geçireceğim zamanlar olacaktır.

Kendisi de dağlara, yeşile, canlılara hayrandı. "Bir kuş olmak isterdim" derdi hep..


En son gördüğümde "sana tek bir nasihatim var" demişti, "ne olursa olsun sinirlenme, haklı olduğunu düşündüğün zamanlar bile kendine hakim ol" demişti.





Yeğenim Elina'nın kaleminden, anneannemin vefatından 3 hafta sonra çizdiği portresi

(Bu haftanın müziği, Barış Manço'dan "Dağlar Dağlar". Anneannem çok severdi. Ben çocukken mutfakta kaset çalardan dinlerdi.)


Aladağlar Sky Trail - Volunteering - August 2024

The trip to Aladaglar mountains in the heart of Turkey, to volunteer in Aladaglar Sky Trail. This race, the people organizing it, these moun...